Bazen bir “hoşçakal” bile ortalığı karıştırmaya yeter.
Kamuoyuna adanmış birisinin vefatının ardından, sadece birkaç kelimeyle veda etmek istedim. Mizahla yoğrulmuş bir bilgelik, sahici bir yürek görmüştüm ben onda. Ama o veda, bir çığ gibi büyüdü, kırgınlıkları, ideolojik uçurumları, kişisel öfkeleri önüne katıp sürükledi.
Bir örgüt içindeki iletişim kanalında başlayan bu tartışma aslında çok daha derin bir meseleyi yüzeye çıkardı: Biz birlikte mi yürüyoruz, yoksa yan yana ama ayrı yollarda mı gidiyoruz?
Kimi, bu ismin örgütün ilkelerine aykırı olduğunu düşündü. Cumhuriyet’e, Atatürk’e mesafesini sorguladı. Haklı oldukları yerler vardı elbette. Ancak ölümden sonra söylenen bir “rahmet dileği” ya da bir “güle güle”nin arkasında kıyamet koparmak ne kadar doğruydu?
Bazılarıysa “fikir özgürlüğü” dedi, “kişisel görüş” dedi. Onlara göre kurumsal bir paylaşım yapılmasa bile, bireysel bir saygı gösterisinde bulunmak doğaldı.
Ama belki de asıl sorun, bizlerin farklılıklarla yaşama pratiğini hâlâ tam olarak içselleştirememiş olmasıydı. Örgüt kültürü sadece ilkeler değil; aynı zamanda bir ahlak, bir üslup, bir birlikte yaşama becerisi değil midir?
Herkes herkesi sevmek zorunda değil. Ama ölümün ardından birkaç kelimeyle vedalaşan birine linçle karşılık vermek de ne insanlığa, ne dayanışmaya, ne de örgüt kültürüne sığar.
Bu tartışmanın öğrettiği şey belki de şudur: Ortak bir çatı, düşünsel mutlaklık değil, ortak mücadele anlayışı kurmalı. Farklılıkları “düşmanlık” değil, “zenginlik” olarak görebilmeli. Ve en önemlisi: Tartışma da, anma da, sessizlik de… hepsi, içinde biraz daha fazla saygı barındırmalı.
Hoşçakal “Beynemilel”